Pazar, Haziran 13, 2004

anne ben barbar mıyım?
kozmik bir ajandım ve istanbula henüz gelmiştim. neondan kutsal bir kentle karşılaşacağımı sanırken kendimi hisarüstü kaleağası sokakta bulmuştum. 'there was i many times a fool..." argon başlığımı çıkardım. ağzımdan saçılan zamanın incilerini bir kenara bıraktım. zergos xenon califera... hayır hayır linguistik devreleri çalıştırıp etrafa baktım yani etrafa türkçe gözlüğüyle baktım.

altınsı ayların başlangıcıydı. hisarüstü kaleağası sokaktaydım. denizden esen ılık rüzgarlarla yaprakların yavaş yavaş oynadığı, peki niçin şimdi burada birden bir eski kent tadı? bunun nedeni geçmekte olduğum altı numaralı pembe/yeşil ahşap ev mi, çin seddine benzeyen kalenin kendisi mi, tozlu böğürtlenler mi? yoksa bizzat hisarüstü parkından görülen manzara mı? hayır sadece boşluk/boşluk hissi.

belli etmeden arkama dönüp baktım. hayır arkamdan gelen kimse yoktu. peki niçin şimdi burada birden bir gizem tadı? terkedilmiş kent havası mı, kimsesiz yollar mı, yoksa bizzat görünmez toplarıyla o olağanüstü kalenin kadim duvarları mı? fazla meraklı gibi görünmemeye çalışarak şöyle bir baktım: insanlar hala geniş evlerde yaşıyorlardı. demek hâlâ kentlerin içinde yapayalnız dolaşabilme imkanı vardı. bu büyük lükstü. kozmik bir ajandım ve istanbula henüz gelmiştim. bir indian tonic çıkarıp içtim. aslında zaman kaybediyordum ama geldiğim yerde böylesi anlar yakalamak o kadar zordu ki. zaten hep bu peşimde birileri olduğu fikrine orada kapılmıştım. sonsuz bir paranoya... elektrikli bedenler...

bilinmeyen bir dünyada gizli bir taş arıyordum. bunun için yirminci yüzyılda yaşayan bir kızın anılarını bulup onun kılığına girdim. 'yesterday when it seemed so cool...' kız evinde oturuyordu. birden içeri bir ardıç kuşu girdi. kız kediyi uzaklaştırdı. kuşa su ve süt verdi. kuşu bahçeye çıkardı. kendi de çıktı sallanan koltukta oturdu. biraz sonra deprem oldu. kızın dizlerinin üstünde 'the Jesus affair' diye bir kitap vardı. kız korktu kendisine ve kuşa baktı. kıza sonra telefon ettiler baltalimanına çağırdılar. kız sokağa çıktı. sokaktan hora tepen adımlarla sıcak geçti. baltalimanındaki yalıda doğa olayları ve rus tankerleriyle içiçe bir gün yaşadı. balina gemisi geçti. bir baloncu kayıkla karşıdan karşıya geçti. beykoz da yangın çıktı. yıldız kaydı. bütün bunlar bir gün içerisinde istanbulda oluyordu. neresinden bakarsan bak bir depremle bir yıldız kaymasını yanyana getirmek çok zordu. denizden 'pallas athena ışıklandır bizi' isimli bir gemi geçti..................

argon başlığını taktım. zamanı ileriye aldım. yıl: 2020. kent: istanbul. nüfus: 30 milyon, çoğunluğu kadın. kendimi yıllanmış bir dedektif halinde, başımda o eski fötr şapka, kafama düşen yağmur damlaları, kulaklıklardan ry cooder'ın tavuk derisi müziğini dinlerken buldum.'dudaklarını ahizeye biraz dahayaklaştır küçükve farzet ki yalnızız'öykü değişmişti. boğaz yosun tutmuştu. çocuklar bir zamanlar denizde yüzüldüğünü bilmiyorlardı. ışık kırılmaları yaşanan beykoz yoktu artık. hâlâ biraz yeşil kalmıştı ama kuşlar görünmüyorlardı. büyük münzeviler dünyada onlara yer yoktu. bir ara çaktırmadan arkama baktım insanlar uyku duvarını hâlâ aşamamışlardı. durum düşündüğünüzden daha karanlıktı. kirliliğin 9 prensi etrafa vahşet saçıyorlardı. audio-vizüel devreleri çalıştırdım. kadın güçleri atağa geçti. bütün kazanovalar işi bırakmıştı, çok fazla kadın vardı. 30 milyon kişi birbiriyle beyinsel, fiziki, duygusal iletişim halindeydi. bunlar birbirine değip geçen kelebeklere benzemiyorlardı. insanlar Büyük Plan'a göre yaşıyorlardı. bazıları enerji için kullanılıyordu. bazıları üreme, bazıları düşünme... Rousseau'nun yalnız gezginin hayalleri kitabı bilim-kurgu olarak kalmıştı. insanlar çok özel çok değerli günlerini kimseyle paylaşmak istemiyorlardı. pistten 'loneliness is a crowded room' isimli bir kamu taşıt bandı geçti. bütün bu karışıklık içinde siz hangi rolü oynuyordunuz?

bilinmeyen bir dünyada gizli bir taş arıyordum. bütün yollar istanbul'a çıkıyordu. şeyin sayesinde, onun... fikhakika arkamda bir vardı galiba. hızımı arttırıp EVREN bloklarına saptım. önümden yeşil/beyaz bir at geçti. ay çıktı. filhakika yanımda madeni flütümü getirmiştim. arka cebimden aynamı çıkardım baktım beethoven gibiydim. işte böyle 30 milyonun 30 milyonu kovaladığı bir kentte bir sanatçının bir dedektif olarak portresi gibiydim. şeyin sayesinde, onun... ağzından saçtığı incilerle yaklaştığını görebiliyordum...............

Lale Müldür
Anne Ben Barbar Mıyım?

Cumartesi, Haziran 05, 2004

yazsonu
Bir kimse neden oltasını, içinde tek balık olmadığını bildiği bir göle sarkıtır?

Kitaplar, belgeler ve bulgular bize, geçmişte böyle kimselerin yaşadığını kanıtlıyor. Bugün de böyle yaşayanlar olmalı. Ne ki, onların yaşamı, henüz aranmaya değecek, bizleri buna dürtecek ölçüde yitirilmedi.

Bana gelince, ben, değil balıksız bir göle olta sarkıtmak, o göl kıyılarında dolaşmaya bile istekli değilim.

Adalet Ağaoğlu
Yazsonu