Pazartesi, Haziran 04, 2007

albayım beni nezahat ile evlendir

albayım beni nezahat ile evlendir
Sarışına "Bakınız" diyebilirdim, "bu pabuçlarla bu zeminde çok iyi dans edilir.". Biri parmak şıklatır, birileri ses verirdi. Ben, gün batmış da amber ışığını bizim pencerede unutmuş, unutmamış da bize kıyak olsun diye bırakmış gitmiş manalı bir dansa girerdim. Onun bakışlarında buzlar erirdi. Aramızdan camlar kalkardı. Ben "Mucize" der ürkerdim, o cebime kıpkırmızı bir elma koyardı. Dudak kıvrımına kıvırılır yatardım. "Serap görüyorum" derdim, inanıp inanmamak arasında kendimi bir salıncağa atardım. Sonra hayal mi gerçek mi salınımlarını bırakıp, kendimi salıncaktan atardım. "İpi kopmuş bir uçurtmayım" derdim kendi kendime ve bir uçurtma için en güzel uçuşun, ipi kopukken olabileceğini düşünürdüm. Bazıları buna "düşme hali" diyebilirdi. "Ağaç dallarına ya da elektrik tellerine takılmadan önceki düşme hali". Umursamayabilirdim. Onlar benim elma büyüsünde olduğumu, onun yüzünden başka bir şey görmediğimi, saatlerce onu seyretmenin, ondan söz edildiğinde asla dolmayacak bir kuyu açlığıyla dinlemenin ve dolup dolup geceleri oyalanmak için eşşek kulaklı bir kralın hikayesini sabahlara kadar ezberden tekrar etmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeyebilirlerdi. Sorsalar söylerdim."Vallahi" derdim "ben de bilmiyorum bu kadar derine tüpsüz nasıl daldığımı göğsümde bir ağırlık hissetmeden."

Vazgeçerdim uçurtmalıktan, parmağında yüzük rolü yapardım. Ona eşini savaşta yitirmiş, artık posta kutularına bakmayan bir Macar kadını rolü verirdim. Sonra pencere önünden, cepheden dönen trenler geçerdi. Sarışınım gider, burnunu pencereye dayar, camda burun izi bırakırdı. Kösele tabanlı dans pabuçlarımı giyer, usulca dışarı kayardım. Gece olur, ay çağırır, mezarlığa giderdim. Gölgeler, ağaçlar, mezar taşları ve üzerlerindeki şahıs adları, "Niye geldin abi?" derlerdi.
"Ben gelmedim" derdim, "hayat getirdi."
"Bizi de" derdi tok bir sesle, bilmem nere eşrafından ve biraz erken gelmiş bir zat.
Gülebilirdi. Alınıp, "Aşkolsun" diyebilirdim.
"Belli ki olmuş zaten" derdi aynı zat.
Yine gülerlerdi. Yanlış yerde olduğumu düşünürdüm: "Bunlar işi çözmüş, sırra vakıf olmuşlar, benim ruh gıcırtılarımdan, cebimdeki elmadan büyülenmişliğimden, büyünün ruhuma soğukla gelen uykular gibi esip sarılışından, uyanık kalma çabası ile uyku hazzı arasındaki itiş kakışlarla ilgileri yok."
"Sen o elmayı geri ver" diyecekti aynı zat "çürüteceksin."

Bu söz beni elmas uçlardan beter çizebilirdi. Gölgeler arasında gölgeler görebilirdim. Bir sansar otları hışırdatırdı. Annem bana gerçekleri kabul etmesini, hayat ise onlardan kaçmasını öğretmiş olabilirdi. "Al bu elmayı Nezahat" diyebilirdim, "sende bu ad oldukça istersen sıfır numara kel, istersen at kuyruklu olurum. İnce bıyıklı tek dişi altın olurum. Meftun olurum, meczup olurum. Uzaklara bakarım, çıtımı çıkarmam. Nasıl söyleyeceğimi bilmem susarım. Susmak üzerine konuşmak gerekse, beni çağırırlar, oturur susarım. Dolmabahçe saat kulesiyle, Çırağan Sarayı ile konuşurum. Duvarlara yazılar yazarım gizli gizli: 'Albayım beni Nezahat ile evlendir.' Sülüs yazarım, kufi yazarım, latin yazarım. Gotik yazamam. Yağ satarım, bal satarım, ustamı öldürür ben satarım. Yemeden içmeden kesilir, alık olurum. Adımı sorsan duymaz olurum. Kötü olurum, iyi olmam Nezahat. Ya bu adı değiştir ya da al bu elmayı. Bende sevdiklerince terk edilme endişesi, kafayı yemeye meyyal haller var. Al bu elmayı Nezahat. Yüzünde göz izi var."

Mezarlıktan çıkar, saçı sakalına karışmış, gözleri deli deli yanan biriyle karşılaşırdım. "O belde" derdi, "durur menatık-ı düşize-i tahayyülde. Mai bir akşam eder üstünde daima aram".
"Sen de kimsin?" diye sorardım.
"Zennetme ki güldür, ne de lale. Ateş doludur tutma yanarsın. Karşındaki şu gülgun piyale", cevabı gelirdi.

Dikkatle bakar karşımdakinin, eski hikayenin yazarı olduğunu görürdüm. Herif rüzgar içmiş, uçmuş gitmiş olurdu.

Durumdan hoşlanmaz, içimden "Uza hikâyemden moruk" cümlesi geçer, fakar ağzımdan "Ne istiyorsun?" sorusu çıkardı.
"Savr-ı ümidi kalbi dinlemeden, cevf-i hüsrana düşmek istiyorum." Deliye uyar, boş bulunur "Niye?" derdim. Soru, abesliğinin belasını bulmaya gider ve bulurdu:
"Sana ait lebimdeki buse, lebiinin surh-ı bizevali benim."

Deli herif seyirtip, ağaçlar ve mezar taşları arasında kaybolur, yerine penaltı atışını bekleyen kaleci görüntüsü gelirdi. Ben kalecilerin orada yalnız durmayı neden seçmiş olduklarını ve Nezahat'ın kendisini ikiyüzlü hissetmesini anlayamamış olabilirdim. Bunu bir gece yarısı kıyak kafa ve gözyaşları arasında sayıkladığında, kendi kendime "Ulan bir milimden daha yakın olup da nasıl tarifsiz uzaklıkta olabiliyor iki insan?" diye düşünebilir, fakat "Değilsin güzelim" diyebilirdim, "sadece durgun su kıyısında deri değiştiriyorsun." Beni duymayabilirdi. Ben duyulmadığım yerlerden gitmek hastalığına tutulmuş olabilirdim. Tedavisi kırk beş derecelik sıvılarda boğulur gibi yapmak olabilirdi. Deneyebilirdim.

Günler sonra yeterince boğulmuş olarak kalktığımda hatırlayabildiğim; son geceye kadar kapının önünde şarıldayan deniz, yaldızlarını, yıldızlarını, denizkızı baldızlarını bırakıp gitmiş olabilirdi. Yerde bir palet teki bulabilirdim. Palet Nezahat'e ait olabilir, Nezahat, gözümün önünden yüzen hali ile bir hayal olarak geçebilirdi. Teni suda ıslak ve parlak, kulaçsız yüzüşlerle, Afrikalı kıçı bir an su üstünde ve ardından dalıp kayboluşlarla, sonra iskeleye çıkıp burnunu tuzlu sudan temizleyerek ve iskeleden ince uzun yürüyüp, verandada onu hayran ve alık izleyen bana doğru gelerek ve yanımdan geçip eve girerken, yanaklarımı bir çocuğun yanaklarını sıkar gibi sıkıştırıp, balık ağzı gibi öne uzayan dudaklarımı... Artık iskele kazıklarına bağlı halde, kuru deniz dibine yan yatmış sandal ve çıplak bacakları ile iskelenin bizzat kendisi, sirkleri yanmış da, kentin en işlek caddesinde kostümleri ile dımdızlak kalakalmış iki trapezci gibi şaşkın bakabilirlerdi. Benim şaşkın olmama gerek yoktu. Ben, şaşma hakkımı çok daha önceden, Nezahat aramızdaki buzlu camı kaldırınca ve bana bir elma verince kullanmış olabilirdim.
"İyi üfürdün abi" dediler böcekler.
"Fakat icraat zayıf" dedi kalbim.
"Hayır" derdim "bunların hepsi birer işaret. Hikâyenin eksiği kadın. Bunu iliklerime kadar anlamış bulunuyorum. Hikayem ise o kadını aramak." "Nasıl bir kadın istiyorsun?" dedi kedi.

Bunu beklemiyordum. Meselenin kılçık sadeliğinde ele alınması beni şaşırtmıştı. Aniden belirmiş ve direkt damardan girmişti.

ilhami algör
albayım beni nezahat ile evlendir